
Mevlevi
Ali İhsan Özol
MESNEVİDEN HİKAYELER
İHTİYAR ÇALGICI
Hz. Ömer zamanında bir çalgıcı çok güzel çeng çalardı.
Bülbüller onu dinlerken kendinden geçerdi. Çalgısından çıkan nağmeler, dinleyenleri bazan neşelendirir, bazan da insanın aklını başından alır, ruhunu kanatlandırır, hayal âlemlerinde gezdirirdi.
Zaman geçti, yaş ilerledi, çalgıcı ihtiyarladı. Güzelim sesi çirkinleştiği için itibardan düştü. Artık bir şey kazanamaz duruma gelmiş, bir dilim ekmeğe muhtaç olmuştu.
Bir gün, içi yanarak Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu. Rabbine, ”Allahım, sen bana uzun bir ömür, birçok fırsat verdin. Benim gibi değersiz kulundan ihsanını eksik etmedin. Yetmiş yıl, çeşitli günahlar işleyerek sana isyan ettim. Bir gün olsun rızkımı kesmedin. Artık kazancım yok. Bugün senin misafirinim. Sana konuk oluyorum. Çalgımı da senin için çalacağım” dedi.
Çengini alarak mezarlığa gitti. Medine mezarlığında bir hayli ağlayarak çeng çaldı. Sonra da çengini yastık yapıp uyudu.
O sırada, Halife Ömer’e de bir uyku hali geldi. Kendini uykudan alamadı. Âdeti olmadığı halde, o saatte uykuya daldı.
Rüyasında bir ses ona, ‘‘Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar. Mezarlıkta has bir kulumuz var. Beytülmâlden 700 dinar al, götür o kulumuza ver. Ona de ki: Şimdilik ihtiyaçlarını bununla karşıla. Paran bittiğinde tekrar gel.”
Hz. Ömer rüyasında duyduğu sesin heybetiyle uyandı. Hemen hazırlığını yapıp mezarlığın yolunu tuttu. Mezarlığın çevresinde döndü dolaştı. Birkaç tur attı. Çalgıcı ihtiyardan başka kimseyi göremedi. Rüyasında bildirilen has kulun, ihtiyar çalgıcı olabileceğine ihtimal vermiyordu. Mezarlığı yeniden dolaştı. Aradı, taradı, başka bir kimseye rastlayamadı. Kendi kendine, ”İhtiyar çalgıcı nasıl olur da bana bildirilen tertemiz, hizmete lâyık bir kul olur?” diye düşündü.
Çölde avını arayan aslan gibi mezarlığın içini, dışını etrafını bir daha dolaştı. İhtiyar çalgıcıdan başka etrafta kimse bulunmadığına kanaat getirdi.
Karanlık içinde nice nurlu gönüller vardır diyerek, ihtiyar çalgıcının yanına gitti. Saygıyla oturdu. Aksırarak geldiğini haber verdi.
İhtiyar çalgıcı sıçrayarak uyandı. Karşısında emîrü’l-müminîn Hz. Ömer’i görünce şaşırdı ve korkudan titremeye başladı. Beti benzi attı. Oradan uzaklaşmak istedi ama yapamadı. İçinden, ”Yâ rabbi! Sen yardım et” dedi. Hz. Ömer, ”Benden korkma.
Sana, Hak Teâlâ’dan müjde getirdim. Selâm edip, hatırını soruyor. İhtiyaçların için bu parayı gönderdi. Bunları harca, bittiğinde bana gel” dedi.
Çalgıcı ihtiyar bunları duyunca utancından titreyip ağlamaya başladı. Bir hayli ağladıktan sonra, ”Rabbimle arama perde oldun” diyerek çengisini parçaladı. Ağlayıp, sızlayarak rabbine şöyle yalvardı:
”Ey Allahım! İsyanla geçen ömrüme acı. Bir günümün bile kıymetini bilemedim. Ömrümü boş yere harcadım. Nefesimi şarkılar söyleyerek tükettim. Dünyadan ayrılacağımı unuttum.
Yazıklar olsun bana. Gün bitti akşam oldu. Allahım!
Verdiklerine razı olmayan nefsimi, sana şikâyet ve bütün yaptıklarıma da tövbe ediyorum.”
HANNANE DİREGİNİN İNLEMESİ
Medine’de yapılan ilk mescidde, minber yoktu. Cuma günleri Peygamber Efendimiz ayakta hutbesini okurken, mihrabın yanındaki hurma direğine dayanırdı. Bu, sekiz sene böyle devam etti. Bu zaman zarfında müslümanlar çoğalmıştı. Cemaat kalabalık olduğu için müslümanlardan bir kısmı, Peygamberimiz’in mübarek yüzünü göremiyordu. Bunun için üç basamaklı mütevazi bir minber yapıldı. Peygamber Efendimiz bu minber üzerine çıkıp hutbesini okumaya başlayınca; daha önce hutbe okurken dayandığı hurma direğinden inleme sesleri gelmeye başladı. Kundaktaki bebeğin ağlamasına benzer sesler işitildi.
Öyle ki mescidde bulunanlar bu inleme ve feryadı duydu. Cansız bir direğin böyle inleyip feryat etmesine sahâbeler şaşırdılar. Peygamber Efendimiz yeni yapılan minberden inerek, inleyen hurma direğinin yanına gitti.
”Ey direk! Ne istiyorsun?” diye sordu. Direk, ”Senin ayrılığın yüzünden ağlarım. Daha önce hutbe verirken bana dayanırdın. Şimdi ise beni bırakıp, minberin üstüne çıktın.”
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ona, ”Ey sırrı ahdine yoldaş olan ağaç! Söyle ne istiyorsun? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ya da cennette devamlı yemyeşil kalan, ölümsüz selvi fidanı mı olmak istersin?”
Direk, ”Yâ Resûlallah! Ben ölümsüzlüğü ve bâki olanı isterim” dedi.
O direği, kıyamet günü insanlar gibi dirilmesi için yere gömdüler.
***
Ey gafil! Bunu duy da bir ağaçtan aşağı kalma. Sen de Hannâne direği gibi ayrılıktan inle ve Allah’ın davetine uy. Dünya işlerinden. Hakk’a yönelmeyi unutma. Hakk’a yönelen, Hakk’a yaklaşır. Hakk’a yaklaşan, lutfuna mazhar olur.
EBU CEHİL'İN ELİNDEKİ TAŞLAR
Bir gün Ebû Cehil, Peygamber Efendimiz’i denemek istedi. Avucunun içine taş parçaları saklayarak Peygamberimiz’in yanına gitti.
”Göklerin sırrından haberin varsa ve gerçekten peygamber isen, bil bakalım avucumda gizlediklerim nedir?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurdu: ”Elindekilerin ne olduğunu ben mi söyleyeyim? Yoksa hak peygamber olduğumu avucunda sakladıkların mı söylesin?’‘
Ebû Cehil, ”İkinci teklifin mümkün değil, olamaz’‘ dedi. Peygamber Efedimiz,
”Allah’ın kudreti, daha da ötesine kadirdir” buyurduğunda Ebû Cehil’in elindeki taşlar kelime-i şehadet getirmeye başladılar. Her bir taş ”lâ ilâhe illallah, Muhammeden Resûlullah” dedi.
Ebû Cehil taşlardan bu sözleri duyunca öfkeyle onları yere attı.
.
BEDEVİ HİKAYESİ
Çok eski zamanlarda iyilik sever ve cömert bir halife vardı.
Halife olması gereken bütün güzelliklere sahipti. Yaşadığı Bağdat şehri onunla dört mevsim baharı yaşardı.
Bu halifenin zamanında, bir bedevî ile karısı çölde son derece fakir bir durumda yaşıyordu. Bir gece bedevînin karısı, kocasına söylenmeye başladı: ”Herkes rahat içinde yaşıyor, biz yoksulluk çekiyoruz. Ekmeğimiz yok, dert katığımız, suyumuz göz yaşı. Gündüzleri güneş ışığı elbisemiz, geceleri yorganımız ay ışığı. Ay gökte görününce, pide zannedip elimizi uzatırız. Fakirliğimizden fakirler bile utanmakta.”
Bedevî hanımına cevap verdi: ”Gelir için sızlanarak, ömrünü boşa harcama. Zaten ömrümüzden geriye ne kaldı? Çoğu gitti,
azı kaldı. Allah bütün yarattıklarının rızkını verir. Akıllı olan, rızkın azına çoğuna bakmaz. Hırsının esiri olmaz.
Çektiğimiz bütün sıkıntılar ve dertler ölümün habercisidir.
Bize ölümü kolaylaştırır. Bolluk içinde tatlı bir ömür sürenin ölümü acı olur.
Benim güzel karıcığım, bak sabah oldu. Sen, daha ne zamana kadar bu yoksulluk masalını anlatacaksın?
Ben, bana verileni yeterli buluyorum. Rabbime olan güvenim sonsuzdur.Yolum kanaat yoludur.”
Kanaat sahibi bedevî, türlü iltifatlarla hanımını sakinleştirmeye çalıştı. İhlâsla yüreği yana yana, sabaha kadar hanımına nasihat etti. Fakat kâr etmedi. Hanımı, ”Ey adam! Bu kanaatten sen ne elde ettin? Ne kazandın? Kanaat bizim için bitmez tükenmez sıkıntıdan başka ne getirdi?”
Kadın kocasına daha nice sert ve acı sözler söyledi. Bedevî karısına, ”Hanım, sen kadın mısın? Dert ve üzüntü kaynağı
mısın? Ben anlamadım. Sana yoksulluğumla övündüğümü söylüyorum, sen tutup yoksulluğumu başıma kakıyorsun. Kimseden bir isteğim ve ümidim yok. Gönlümde kanaatten bir dünya var.
Ne olurdu? Sen de yoksullukla kucaklaşıp dost olsan. Mânevî değerler kazansan. Allah’ın izzeti, ikramı ve lutufları sana yetmez mi?
Hanım yoksulluğumla uğraşma, kavgayı bırak. Yolumu kesme. Ya yakamı bırak ya da ben evi terkedeyim.’‘
Kadın kocasının öfkelenip sinirlendiğini görünce, ağlamaya başladı. Taktik değiştirdi. Gönül alıcı yumuşak bir konuşma
tarzını seçerek kocasını ikna etmeye çalıştı:
”Biliyorsun ki ben senin ayağının toprağıyım. Bedenim, canım, varım, yoğum hepsi senin. Senin emrindeyim. Bu şekil
konuşmalarım yoksulluk yüzünden ve sabrımın kalmamasındandır.
Senin rahatını düşünüyor, yoksul kalmanı istemiyorum. Sen benim canımsın. Her şeyimi senin yoluna feda edecek kadar,
seni çok seviyorum. Senin iyiliğini istediğimden dolayı, benden ayrılıp uzaklaşmayı düşünmen ne kadar yanlış. Yine de
bir hata yaptıysam özür dilerim.”
Kadın bu çeşit güzel ve tatlı sözler söylerken bir yandan da ağlıyordu. Güzel kadının göz yaşları kocanın gönlüne tesir
etti. Bedevî, ”Hanım, seni üzüp kırdımsa, özür diliyorum.
Bilmeni isterim ki ben de Allah için seni çok seviyorum. Şimdi bana yoksulluktan kurtulmamız için ne çare düşündüğünü açıkça
söyle.” Kadın, ”Bağdat’taki halifeye git. Onun kapısı, ateşe tapana da müslümana da açık. İhtiyaç sahiplerine ihsanları
dillere destan. Bereketli nisan yağmurları gibi herkes ondan faydalanır.” Bedevî, ”Halifenin yanına varmak için bir bahane bulmamız lâzım. Eli boş gidilir mi?” Hanımı, ”Halifeye bir testi tatlı yağmur suyu götür. Padişahın hazinesinde çok değerli malları vardır. Fakat böyle tatlı suyu yoktur.”
Hanımının teklifi adamın da aklına yattı. Hanımına, ”Sen testinin ağzını iyice kapat. Dışını güzel bir keçeye sarıp dik. Padişahım orucunu bu su ile açsın.Doğrusu dünyanın başka bir yerinde de böyle güzel su bulamaz” dedi.
Bedevî ertesi gün yola düştü. Gece gündüz yol aldı. Testinin başına bir iş gelmesin diye de çok dikkat ediyordu. Sağ salim
Bağdat’a ulaştı. Halifenin sarayını sorup, öğrendi. Sarayın kapısındaki görevliler kendisini güler yüzle karşıladılar.
Ona, ”Yoksullar cömertlere, cömertler de yoksullara muhtaçtır” gibi tatlı sözler söyleyip içeri aldılar.
Görevliler bedevîye sordu: ”Ey Araplar’ın şereflisi, nereden geliyorsun? Yolculuğun nasıl geçti? Yorgun musun?” Bedevî,
”Beni iltifatınızla sizler şereflendirirsiniz. Yüz çevirirseniz mahrum kalırım. Sultanın lutfunu ümit ederek, çölden gelmiş bir garibim.”
Bedevî, dinlenmiş yağmur suyu dolu testiyi görevlilere uzatarak, ”Bu yeşil ve yeni testiyle birlikte, içinde dinlenmiş tatlı yağmur suyu padişahıma hediyemdir. Bu armağanı padişaha götürün. Padişahımın ihsanıyla bir fakir yoksulluktan kurtulsun.”
Bedevînin bu safiyeti karşısında görevlilerin gülesi geldi.
Gülmediler. Çünkü, padişahın güzel huyları bütün memurlarına da tesir etmişti.
Halife bedevînin hediyesini kabul edip teşekkür etti. Testiyi altınla doldurarak geri vermelerini emretti. Adamlarına, ”Çöl
yolu uzun ve meşakkatlidir. Bu zavallıyı, Dicle nehri üzerinden gemiyle memleketine gönderin. Kestirme olur” diye tembihledi.
Görevliler gemiye bindirmek için, bedevîyi Dicle nehrinin kenarına götürdüler. Bedevî taptatlı suyuyla gürül gürül akan
Dicle’yi görünce çok utandı. Padişahın kendisine bir testi altın ihsan etmesinden çok, testiyle götürdüğü yağmur suyunu
kabul ederek alicenaplık gösterdiği, incelik ve nezâket dolu davranışına hayran oldu.
***
Mevlânâ hazretleri, bu hikâyede geçen kişilerin neyi sembolize ettiğini kendisi açıklamıştır. Bedevî aklın, hanımı da nefsin sembolüdür. Nefis ve akıl iyiyi kötüden ayırt edebilmek için gereklidir. Bu ikisi topraktan yaratılmış olan beden evinde otururlar. Birbirleriyle gece gündüz mücadele ederler. Kadın, yani nefis devamlı beden evinin ihtiyaçlarını dile getirir. Şeref ister, makam ister, giyecek ister, ekmek ister, sofra ister. Hikâyedeki kadının yaptığı gibi nefis de arzularına ulaşabilmek için değişik taktikler uygular. Bazan büyüklenir, bazan yüzünü toprağa sürer, bazan da tevazu gösterir.
Akıl cismanî arzu ve iştiyaklardan uzaktır. O Allah sevgisiyle ve Allah sevgisini kaybetmenin korkusuyla yaşar.
Bedevînin destisinden maksat sâlikin vücududur. İçindeki sudan murat sâlikin pek az olan amel ve ilmidir. Halife mürşid-i kamili temsil eder. Dicle nehri mürşid-i kâmilin sahip olduğu mârifetullahtır. Mürşid-i kâmilin sahip olduğu mârifetullah
ilminden istifade etmek için, kapısına testisi boş olarak gitmek gerekir.
Hz. YUSUFUN DOSTU
Çok uzaklardan, şefkatli bir dostu Hz. Yusuf’a ziyaret için geldi. Misafiri oldu. Hz. Yusuf, çocukluk arkadaşıyla oturup sohbete başladı. Hz. Yusuf’un kardeşlerinin kıskançlığından, kuyuya atmalarından, zindanda geçen yıllardan, çekilen sıkıntıların sonunda ilâhî yardımın yetişmesinden, uzun uzadıya konuştular.
Sonunda Yusuf aleyhisselâm misafirine sordu: ”Dostun kapısına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmek gibidir. Bize ne hediye getirdin?”
Misafir utana sıkıla, ”Sana armağan getirmek için birkaç şeye baktım, fakat hiçbirini sana lâyık görmedim. Altın madenine, altın kırıntısı götürülemez. Denize bir damla su hediye verilmez. Sana gönlümü ve canımı getirdim desem, Kirman’a baharat satmaya gitmiş gibi olurum. Senin güzelliğinden başka, Mısır ülkesinin ambarında
olmayan bir şey yok.
Ey gözümün nuru Yusuf’um! Sana armağan olarak ayna getirdim. Güneş gibi parlayan güzelliğine baktıkça, sevinir beni hatırlarsın. Zaten güzeller, hep aynaya bakar” dedi. Koltuğunun altından çıkardığı aynayı Yusuf’a sundu.
***
Cenâb-ı Hak mahşer gününde insanlara, ”Kıyamet günü için, ne armağan getirdiniz?” diye soracak. Eğer o güne inanıyorsan, inkâr etmiyorsan, neden hazırlık içerisinde değilsin?
Azıcık olsun yemeyi içmeyi bırak da Hak’la buluşacağın gün için bir armağan hazırla. Geceleri az uyuyanlara katıl. Seher vakti günahlarının bağışlanmasını dileyenlerden ol.
Sûfîlerin Yeri
Padişahların meclislerinde, sol tarafa, yiğitler, pehlivanlar, kahramanlar oturur. Çünkü yiğitlik ve cesaret duygusunun yeri olan yürek, insan bedenin sol tarafındadır.
Hesap, kitap ve yazma işiyle uğraşanlar ile idareciler padişahın sağ tarafında otururlar. Kayıt tutmak, yazı yazmak, defter taşımak sağ elin işidir.
Sûfîlere ise padişahın karşısında yer verirler. Zira sûfîler, canın aynasıdır. Aynaya bakmak, karşısında olmakla mümkündür. Ayna ruhu parlatır, kalbi kuvvetlendirir.
NASUH YÖVBESİ
Yıllar önce Nasuh adında bir adam vardı. Nasuh hamamlarda tellaklik eder böylece kadınları kolaylıkla avlayarak baştan çıkarırdı. Yüzü kadın yüzü gibi tüysüzdü. Erkekliğini bu yüzden rahatlıkla gizlerdi. Nasuh yıllarca tellaklık etti, kimse onun erkek olduğunun farkına varmadı. Çünkü yüzü kadın yüzü gibi, sesi kadın sesi gibiydi. Çarşaf giyer peçe takardı, fakat şehveti azgın bir gençti. Bu yüzden padişahın kızlarını bile hammada keseler ovar, yıkardı.
Aradan zaman geçince Nasuh bu işten pişman oldu, tövbe etti fakat tövbesini tutamadı. Bu defalarca böyle oldu. Bir gün Nasuh bir Allah dostuna giderek:
– “Bana dua et.” diye ricada bulundu.
O Allah’ın (c.c.) veli kulu ona dua etti.
Nasuh bir gün yine hamamda tası doldururken padişahın kızının küpesindeki incilerden biri kayboldu. Bütün kadınlar onu aramaya koyuldular.
Herkesin eşyasını aramak için önce hamamın kapısını kapadılar. Sonra başladılar aramaya. Fakat inci bir türlü bulunamadı. Bunun üzerine herkesin ağzını ve her yerini aramaya başladılar.
– “İhtiyar, genç, herkes anadan doğma soyunsun.” diye bağırdılar.
Nasuh korkusundan bir kenara çekildi, yüzü korkudan sararmış dudakları titriyordu. Ölüm korkusu her yanı sarmıştı. Kendi kendine:
– “Yarabbi, dedi. Birçok defalar tövbe ettim fakat tövbemi bir türlü tutamadım. Eğer beni bu beladan, rezil rüsva olmaktan kurtarırsan bütün yaptıklarımdan tövbe ettim.” dedi.
Hamamdakiler herkesi aradıktan sonra:
– “Ey Nasuh herkesi aradık, şimdi sıra sende gel seni de arayalım.” dediler. Nasuh için kurtuluş yoktu tam onu arayacaklardı ki ansızın:
– “İnci bulundu.” diye bir ses geldi. Nasuh’u aramaktan vazgeçtiler, böylece Nasuh rezil olmaktan, ölümden kurtulmuştu. İnci bulunduğu için herkes bayram ediyor seviniyordu. Bu sevinç dalgası geçtikten sonra Nasuh’u çağırdılar:
– “Ey güzel tellak gel, padişahın kızı seni çağırıyor gel onu kesele, yıka” dediler.
Nasuh bunu reddederek hamamdan çıkıp gitti. Bir daha da tövbesini bozmadı…
SULTAN MAHMUT VE EYAZ HİKAYESİ
– “Bu mücevheri kır.” dedi.
Vezir:
– “Efendim, dedi. Ben bunu nasıl yapabilirim, ben padişahımın iyiliğini dileyen bir kişiyim, eğer kırarsam, bu size kötülük olur.” dedi.
Padişah vezirin bu davranışını takdir etti ve ona çok değerli şeyler hediye etti.
Padişah bir müddet konuştuktan ve bu bahis unutulduktan sonra aynı mücevheri perdecinin eline verdi ve:
– “Bunun bir müşterisi çıksa acaba buna ne verir?” dedi.
Perdeci:
– “Bu mücevher ülkenin yarısı değerindedir.” dedi.
Padişah ona da:
– “Bu mücevheri kır, parçala.” dedi.
Perdeci:
– “Ey sultanların sultanı bunu kırmak çok yazık olacak, böyle değerli bir mücevher ancak sizin gibi eşsiz bir padişaha layıktır, onu kırmak olmaz. Bunu yapmak padişaha ve hazinesine düşmanlık olur.” dedi. Padişah perdecinin bu söylediklerini de çok beğendi ona da çok değerli hediyeler verdi.
Biraz sonra mücevheri başka birine verdi, o da benzer şeyler söyledi. Padişah ona da değerli hediyeler verdi. Böylelikle birçok kişiyi sınayan padişah sonunda sadık bendesi Eyaz’ı çağırdı ona da mücevheri vererek değerini sordu sonra da:
– “Kır bunu.” dedi.
Eyaz hiç düşünmeden mücevheri paramparça etti. Etrafındakiler acıdılar:
– “Ey Eyaz ne yaptın öyle değerli mücevhere kıyılır mı, bu padişahın hazinesine ve padişaha hıyanettir, nasıl yaptın bunu?” dediler.
Eyaz şöyle dedi:
– “Padişaha gerçekten sevgi bağıyla bağlı olan için padişahın emrinden ve arzusundan daha değerli bir şey olamaz.” dedi.
RIZKIN GELMESİ
Zahidin biri “Herkesin rızkı Allah’tan (c.c.) gelir.” hadisinin manasını anlamak istiyordu. Başını alıp çöllere düştü bir kenarda yatıp uyudu.
Kendi kendine:
– “Bakalım rızkım nasıl gelecek.” diyordu.
Derken bir kervan yolunu kaybetti, gele gele o zahidin yattığı yere geldiler. O zahidi yatıyor görünce, birisi:
– “Bu adam neden böyle yolun izin uğramadığı bu yerde yatıyor, kurttan, düşmandan korkmuyor mu? Ölü mü yoksa diri mi? dedi.
Kervandakiler onun yanına vardılar, zahit bakalım ne olacak diye hiç sesini çıkarmadı. Ne vücudunu oynattı ne gözünü açtı. Kervandakiler bunu görünce:
– “Bu zavallı açlıktan ölüm derecesine gelmiş.” dediler.
Ekmek ve yemek getirdiler. Zahit dişlerini iyice sıktı. Adamlar bıçak getirip dişlerinin arasına sokarak zorla ağzını açtılar. Çorbayı ağzına dökerek yemekleri zorla ağzına tıkıştırdılar..
* ALLAH bir insana rızkını böyle zorla da olsa verir, Eğer kişi kaçsa gitse rızkı da onun arkasından onu takip edip onu mutlaka bulur.
EYAZ VE SULTAN MAHMUT
Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud’un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan’ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın haznedarı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler. Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar. Bir gün Sultan’ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyulmuş:
– “Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim.” Sultan kulaklarına inanamamış.
– “İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” demiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine, “Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sormuş.
– “Bir hiçtin sen… Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan’ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!” Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan’la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz’ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş.
– “Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi… Kalbimin hazinedarısın. Bana be